Ne Aramıştın?

Yeme, içme, gezme, görme, gülme, annelik, babalık, çocukluk, sanat, çizme, boyama, müzik, tiyatro, film..

Thursday, August 30, 2012

Belirtmek İsterim ki..

"Amma dalmışsın bu sanal dünyaya" diye hafiften sitem ediyor sevgili eşim.

Gündüz kızı uyutup, zaten 25-30 dakika olan zamanında telefona gömülüp gidiyorsun diyor. Konuşamamaktan şikayetçi.

Kız uyanıkken ev sirk, ben soytarı, annem hizmetçi. Kıza sultan muamelesi yapılıyor. Akşam da o yatınca pestilimiz çıkmış şekilde birimiz evi toparlıyor, diğeri biberon yıkama ve ertesi güne hazırlık işlerine dalıyor ve hoop yataktasın.

Sohbet etmek mi? Kiminle ve ne hakkında? Hangi ara? Şunu al, şunu ver, şunu uzat, şu nerde, bu nerde dışında evde fazla normal insan konuşması yok. Ali babanın çiftliği, agucuk bugucuk bebekçe konuşmalar, oyuncakların müzikleri, zil sesi, ıslık, curcuna.

Günaydın ve iyi geceler diyoruz annemle birbirimize. Aynı evde çalışan iki personel gibi. Şimdilik İzmir'deyim, yarın kendi evime geçince aynısı eşim ile olacak pek tabii.

Zaman içerisinde bu da düzelir. Düzelir di mi (DÜZELMEDİ)!

Sadede geleyim.

Belirtmek isterim ki biraz fazla daldığım bu sanal ortamda ki gibi lan'lı lun'lu konuşan biri değilim. Sonu "la" ile biten cümleler sanal-sosyal ortamlarda gayet eğlenceli ve komik. Biraz sokak dili, biraz argo, biraz burhan altıntop. Gayet zengin bir karışım.

Yoksa üniversitenin ilk yılında adını hatırlamadığım ünlü bir tiyatrocudan konuşma dersleri bile aldık. Böyle Gülben Ergen gibi dudaklarımı uzata, kıvıra harika türkçe de konuşurum yani. Dert olmuş yazmak istemişim hacı.

Öyle akşama kadar kaave köşelerinde pişpirik oynayan deli bekir gibi bi imaj yapmış olabiliriz diye şeettim. Bak hemen yazım bile bozuldu anasını satiim. İç anadolunun taşralı ruhunu da gururla taşırım ayrıca.

Niğde bağlarında büyüdük yeğenim.

Öperim gözlerinden.

Tuesday, August 28, 2012

Anksiyete Bozukluğu

Doktorun odasına çıkan asansörde, aynaya bakıp "ulan bu da mı gelicekti başıma" diye düşünüyordum. Gözlerimden benden bağımsız yaşlar süzülüyor. Öyle ki aynada dikkatlice bakıyorum, gözlerim kızarmamış. Aynadaki bensem ağlayan kim ulan?

Bekleme salonuna geçip oturduk annem, babam ve ben. Neşeli, her zaman onları güldüren minnoş kızlarını alıp 'deli doktoruna' geleceklerini hiç hayal etmemişlerdi. Yol boyunca anlatmaya çalıştım, ağzımdan dökülmedi kelimeler. Nasılsın dediler, öyle baktım.

Hadi biraz geri saralım.

Alkolle aram iyidir demiştim. Herkes "abicim ben çok pis içerim" falan der ya. Ben onu diyeni arabayla eve bırakır, kendime de 3-4 bira alır evime öyle dönerim. Abartmayı da pek severim. Mübalağa sanatı ustası zoi.

İçerim ulen işte. Ama ertesi günü pis. Ciğerlerim çamura batmış gibi, tüm gün perişanlık. Bir ara çok üst üste geldi kutlamalar, yemeler, içmeler. Hep ertesi gün sendromu yaşamaktan sapıttı bünye. Ertesi gün karamsar, kötümser, bedbaht bir durum. Son zamanlarda sıklıkla sevdiğim insanların öldüğünü düşünüp tasalanmaya başlamıştım. Annem ölürse ne yaparım ben, kocama birşey okursa namazı hangi camide kılınır falan diye düşüne taşına kontak attı.

Gece saat 11 uyuyordum, uyandım. Uykun kaçınca aklına bir şeyler gelir, yine düşüne düşüne uyur kalırsın ya. Yok öyle değil. Uyandım ve anında tüm düşünceler dağdan hızla yuvarlanan kar tanesi gibi topa döndü.

Noluyor lan? demeye vakit yok. Biri geliyor, biri gidiyor. Kafamı tutuyorum yok. Konuşmaya çalışıyorum olmuyor,  "şşş kalk bana bişeyler oluyor" diye dürttüm yanımdakini. "Horff porff noaliye yaa kalkmışken bana da bi su getir" diyip geri uyudu. Hala o an neden öldürmedim ki diye düşünmüyor değilim. Hazır delirmişim, rapor mapor, elimi kolumu sallaya sallaya gezerdim valla.

Beynimin durması epey zaman aldı. Elime kağıt, kalem alıp bir şeyler karalamasam öleceğimi sandım. Panik-atak gibi bir şeydi sanırım. Ne illet bir şeymiş, allah şifa versin hastalığı olanlara.

Ertesi gün doğru doktora gittik. Arabada gergin bir sessizlik giderken. Annem "ele güne ne diyecez kız delirdi, rezil olduk" demiştir içinden. Babam "bu karıdan anca bu kadar çıktı" diye annemi suçlamıştır.

Tekrar bekleme salonundayız.

Sekreter hanım doktorun beni beklediğini söyledi, bacaklarım titreyerek odaya girdim. Odanın mistikliğine bakmaktan derdimi unuttum. Hep merak ederim zaten bu kadar delilikle uğraşırken nasıl 'normal' kalabiliyorlar.

Neyin var dedi, ağlamaya başladım. Sanırım hiçbir şey anlatamadan çıktım odasından. Yine de bir şekilde konuyu alkole, hangover'a bağlayıp yeşil reçeteli ilacımı yazdı.

Anksiyete bozukluğu adlı teşhisimle döndüm evime. Neymiş bu anksiyete bozukluğu diye netten bir baktım ki ne göreyim! Sinir bozukluğu arkadaş. Benim sinirlerim bozulmuş.

Eskiden böyle şeyler mi vardı. Ulan babam iki tokat atsaymış kendime gelirmişim halbuki. Böyle de pahalı bir tecrübem oldu. Keşke okusaymışım da psikolog/psikiyatr neyim olsaymışım. Günde 5 hasta yeter hee.

İşte bu da böyle bir anımdı sevgili blog. Unutmadan kayda geçelim..

Lohusa Tacı..

İş doğurmakla bitse iyi. Bir de bunun doğum sonrası sendromları var. Olayın hormonlarla alakası olduğunu sanmıyorum. Lohusalık, doğum sonrası annenin bebeği koruma içgüdüsü ve çevrediklerin bu içgüdüye verdiği tepkiler olarakta sözlükteki yerini alabilir.

Olaylara benim gözümle baktığımızı unutmayalım bu noktada.

Bana sorarsan herşey normaldi. Ben eski zoiydim ama doğal olarak daha hassas. Bebeğin öpülmesi, kucaklanması, uyuyunca sessiz olunması konularında tavrım sertti. Neden? Çünkü ona gelen bana geleceği için hastalıkları göze alamazdım ve onun uyuması demek benim dinlenmem demekti.

Ama ne yaparsan yap "lohusalık" etiketiyle milletin "cıks cıks cıks sanki bir o doğurdu" klişesinden kurtulamıyorsun. Taç demişler, şerbetle süslemişler ama ı-ıhh.. Lohusaysan "tü kaka"sın.

Sağlık ocağına verem aşısı vurulmaya gittik. Hemşire odasına girdik, iki hemşire bacakları masaya dayamış, ellerinde telefon, ağızda sakız! Bizi görünce "hafiften" toparlandılar ama gözler hala telefonda. "Bu ne lakayitlik yeaa" diye sesli düşünmüşüm. Hemşire hanım durur mu tabi hemen yapıştırdı lafı; "lohusa bunların hepsi". Lan bak döverim olum diyemiyorsun, bebeğe aşıyı o vuracak. Ya acıtırsa falan şimdi bebenin bir tarafını. Gülümse zoi çaktırma, ezik davran, utanmış, dediğinden pişman olmuş gibi yap. Lohusa ol olm lohusa, hee de lohusayım de..

Çocuğun kırkı çıkmadı. Hava ayaz, kar var. Ankara en soğuk kışını yaşıyor. Dereceler -22. Millet hastalıktan dökülüyor. Ben de 40'ında yola çıkıcam İzmir'e. Valiz hazırlıyorum. Bir telefon; "zoicim annemle yarım saat uğrayalım istiyoruz" diyor. Ama ses boğuk, hasta ya da yeni atlatıyor gribi. Sesin hasta gibi ama diye kem küm ediyorum. Yok iyiyim diyor. Ama ben ikna olamıyorum çünkü sesi bildiğin çatallı.

Hastaymış yeni yeni atlatıyormuş gerçekte. Tamam diyorum mırıl mırıl. Kapattıktan sonra nasıl hırs yaptıysa 10 dakika sonra geri arıyor; "biz vazgeçtik" diye. Seviniyorum ulan. Minnacık bebeği alıp, bilmem kaç kilo metre yol gidicem ve şehire de değil köye gidicem. Tabii ki hasta olabilme ihtimali bile tüylerimi ürpertiyor. Azıcık anlayış yahu. İkimizde anneyiz, beni sen anlamazsan kim anlasın. Meğer bu gurur yapmış, sonradan lafı geldi kulağıma "zoi bize eve kabul etmedi" diye kötülenmişim.

Bu da mı lohusalık?? Çok güzel küfürler geliyor ağzıma böyle şiir gibi.. Azıcık yardım eden ve ses konusunda hassas davranan kocan ve anlayışlı eşin dostun varsa lohusalık diye bir şey yok arkadaş.. Bu böyle biline. Ama o tacı bayrak gibi kafaya takarsan 40 gün, bu lafları patır patır yersin işte. 

Öptüm bye.

Monday, August 27, 2012

Benden..

Kendimden bolca bahsedeceğim ilerleyen zamanlarda ama şöyle kısaca bir üstümden geçeyim. İnsanın kendinden bahsetmesi de ne zor. Zaten sen sus, çevrendekiler anlatsın daha iyi olur. Gerçi facebook, twitter ve instagramı birleştirirsen bir insan hakkında epey fikir sahibi olursun.

Neyse. Meraklıyım. Sorarım, araştırırım, okurum, dinlerim, yazarım, izlerim. Hiç bir zaman özellikle bir konuya hakim olamadım. Hiç bir zaman aynı parfümü kullanamadığım gibi. Aslında ne hoşuma gider kokusuyla anılan, hatırlanan insanlar. Hep öyle olmak istedim ama merakım izin vermedi.

Kitap okurum; karakterler ve konu zamanla aklımdan uçup gider. Müzik dinlerim ama sana "aa bak bu şarkı şu grubun şu albümünün 7. parçası" muhabbeti yapamam. Filmler de konusuna göre zaman içerisinde silinir gider aklımdan.

Her şeyden biraz anlarım, her lafa karışır iki fikir beyan ederim. Artık salak konumuna mı düşerim yoksa "anaa kız biliyo lan" diye forsum mu olur onu bilmem.

Tipik yengeç. Burçlar hakkında da konuşurum bak. Evcimen, duygusal, kendi halinde, zararsız. Çabuk kaynaşır, çabuk soğur. Yengeç burçlarının alkolle de aralarının iyi olduğu söylenir. Bunun net bir örneği benim. Bir de tımarhanelerin %70'i yengeç derler evet, bu konuya da "Anksiyete Bozukluğu" başlığı altında deyineceğim. Nasıl delirdiğimi anlatacağım.

İş hayatını bırakıp, evde çocuğuma bakmaya karar verdim. Doğru mu yanlış mı olduğunu ilerleyen zamanlarda göreceğiz. Oğlak burcu bir eş ve balık burcu bir bebekle sakin bir hayatımız var.

Kavga-dövüş bize ters. İlla bir sorun olacaksa kesin benden kaynaklanır. Yoksa "benim kocam bir melek"!!

Okudun mu hepsini yaa. Valla ne diyim helal olsun. İşte bu kadar başka diyeceğim yok. Büyüklerimin ellerinden, küçüklerimin gözlerinden..

Sunday, August 26, 2012

Doğumsal..

Üniversite, iş hayatı, gençlik, eğlence derken, aşık olduğun adamla yıllarca gezip tozduktan sonra tam "yok yeaa zaten evlilik bize ters" diye karalar bağlayacakken adam evlenmek istedi (sonunda).

Hadi canım. Ben şok. Oğlum yüzük verdi ama konduramadım ben onun serseriliğine. Isırdım yüzüğü, evirdim, çevirdim, gerçek lan bu! Meğer 9 sene benle ciddi düşünmüş. Vay anasını arkadaş. Daha gençtik, otuzlar bitmemişti falan?

Neyse gürültüsüz, patırtısız sakin bir kokteylle evlendik. Arkadaşlar da önümüzden, peşimizden tabi. Yuvarlandık gidiyoruz derken başka boyutlara geçişler başladı.

Hamile haberleri. O kadar uzağımki konuya. Bakamam, yapamam, zaman harcayamam, eğlenmek varken. Derken..

Sedyeyle sezeryana gidiyorum.. Ameliyat odasına girene kadar normal olan nabzım birden 180'e vuruyor. Hakkaten mi yaa. Bebek mi geliyor. Anne mi oluyorum? Bakamam ki kardeşim ben keyif insanıyım. En az 30 sene derdini çekeceksin diyorlar. Neee??

Hay kafama!

Nabız için sakinleştiriciyi basıyor anestezist. Tüm bu korku dolu düşünceler pufff. Sohbet ediyoruz. Biraz alttan silkeliyorlar beni ama kafam güzel ya, sorun değil.

Sonra konuşmalar hızlanıyor; "ilk anneye gösterin, fotoğraf alalım" falan diye. Yağlı bir kafa gösteriyorlar bana "aa" diyorum "hayırlı olsun, bebek kimin?"

Çırpı bacaklı, omzuma yapışık, sürekli uykulu bakan ve kime benzediği belli olmayan minnacık bir şey. Öyle feci duygusal bir durum yok ortada. Bakıma muhtaç bir can ve ne yapsakta daha rahat etse diye çırpınan biz.

Üç aylık olur mu, uykusu düzene girer mi, bana gülümser mi, ayağını ağzına sokar mı derken..

Şu an altı aylık, kendisine hayran olduğum, hala ben mi doğurdum lan bunu diye hastane günlerini şüpheyle hatırladığım bir bebeğim var.

Değişmedim desem yalan olur. Ama değişimi tarif edemem. Sadece iyi yönde olduğunu söyleyebilirim. Evet evet güzelmiş, doğurun, sevin, büyütün (diye tısssladı yılan).

Neden ilk yazı "Doğumsal"

Çünkü hikayenin başlaması için bu doğum gerekliymiş..

İddiasız Bir Başlangıç

Twitter ve Instagram zama-zingolarının kısıtlayıcılıklarından usanıp blog açma kararı alan zoi, yani ben, iddiasız ve gayet kendi halinde ilk adımımı atıyorum.

İkinci adım aslında. İlk blogum yine aynı isimle, genele kapalı 8-9 izleyicisi ile fazla şahsi ama eğlenceli bir girişimdi. Bu sefer yazacaklarım, paylaşacaklarım yorumlara ve izleyicilere açık. Yine de kontrollü gitmekte fayda var.

Maksadım gülüp eğlenmek. Kafamın içerisinde sürekli konuşup duran, çoğu zaman muzip ve neşeli, kimi zaman tüm dünyaya düşman, kimi zaman gamsız kedersiz, kimi zaman gözü yaşlı başka bir zoi daha var. Kendisine arada bir kafamın içinden çıkıp parmaklarımdan dökülme şansı tanıyorum. Dağınık yazılar, notlar her tarafta. Blog işi daha düzenli, fotoğraflarla daha zengin.

O yüzden merhaba sevgili okuyucu, merhaba blogger arkadaşlarım ve merhaba kızım.

Başlangıç için bu kadar sıkıcılık yeter sanırım.
 
Designed by Beautifully Chaotic